MÜŞK CAMİ

TR
RU EN

MÜŞK CAMİ 

(Eski Kırım Bölgesi Efsanesi)

 

Eski Kırım şehrinin sakinleri her yağıştan sonra Mis Cami’nin yıkıntılarına giderler, müşk dedikleri mis kokusunu almak için ve eski zamanları anmak niyetiyle. Eskileri anarken bu camiyi kuran Yusuf’a da söz değer.

Yusuf ne zaman yaşıyormuş? Bilen var mıymış? Belki Eski Kırım şehrinin adı Solhat olduğu dönemlerdeydi bu.

O eski zamanlarda şehrin her köşesinde çeşmeler çağlar, sokak boyu kervanlar yürürdü, kervanhanlarsa yolcuya kapısını açardı. O devirlerde zenginler pazarda mağrur mağrur gezinir, fakirler onları görerek önlerinde iki büklüm eğilirmiş, atılan akçeyi de havada, yerde kaparlarmış: 

– Allah razı olsun, Ağam. – diyerek.

 

Fakat aralarında bir adam varmış ki, basit bir hammal olduğu halde ona atılan akçeyi kapmaz, eğilmez. Başını, sırtını daima dik tutarmış. 

Ellerin nasırı gönlü zedelemezmiş. 

Allah’ıma şükürler olsun!

Hammal Yusuf karşısında zengin olsun, fakir olsun doğruyu söylemekten çekinmezdi. Zira, zaman bir elek misali. Fakirliği de, zenginliği de eler, geçermiş. 

– Ey, zenginler! – derdi Yusuf, - saraylarınız altınla dolu. Mal mülk ve hayvan sürülerine sahipsiniz ama vicdanınızı sanki çalmış birileri. Fakire karşı merhametsizsiniz. Camimiz harabe olmuş, kubbesi az kaldı çökecek. Hayır edin, buna harcayın biraz.

– Öyle. Tabi. – diye desteklerdi Yusuf’u fakirler, ama zenginler ona kızardı.

– Kimsin sen, bize akıl öğretiyorsun? – derdi zenginler. – Zengin olaydın da, ne yapacağını görürdün.

Yusuf’un gözlerini yaş kaplar. Gözlerini mavi göğe dikerek orada Allah’ın Meleğini görür. Yusuf ona:

– Yeni bir cami kurmak için, muhtaç olanlara yardım etmek için çok altınım olsun isterdim. Herkesten zengin olmak isterdim. – der.

Yusuf’un gönlündeki bu isteğini Melek göğün ötesine götürmüş. Kötü niyetli insanlarsa Yusuf’u Arğamış ormanı uçurumundan aşağı atmayı düşünüyormuş. Uçurumun dibinde bir çok zavallının kemiği yatar, tabi dibi de varsa. 

Yusuf bu adamlardan uzaklaşarak şehir meydanına köşar. O zaman meydanda bir kervan kalakalmış. Baş devesürücüsü aniden öldüğü için yeni bir kervancı aranıyormuş. Kervana bakan adam:

– Baş devesürücü sen olur musun? – diye sorar Yusuf’a.

– Olmaya gayret ederim. – der Yusuf ve kervanın başına geçer.

Kervanıyla beraber Anadolu’yu aşan Yusuf Hind tarafına yol alır. 

Bu ülke hakkında bilmeyen var mıdır dünyada?

Kayalıklarında elmas, deniz sularındaysa paha biçilmez inci doğarmış; karlı dağlarından örümcek ağından daha hafif olan kumaşı getirirler. Orada biten otların kökü yer dibinin mis tadını da, zehrini de çekermiş. 

Uzun yıllar geçirir bu ülkede Yusuf. Dağlara çıkar, dağı aşıp ağaşı inerdi. 

Yol Meleği Yusuf’a kısmet açardı, kervan sahibinin refahı artmış ama Yusuf gene bir fakirdi. 

Ellere haram değmiyorsa, altın da değmiyormuş.  

İşlerin sahibi olan zengin adam Yusuf’a hayret ediyor:

– Böyle birisini başka nerede bulursun? – diye.

Günün birinde Yusuf işsahibine daha önce benzerini hiç görmediği bir torba elmas getirmiş. Yusuf bir torba dolusu elmaslardan tek bir tanesini bile almadı kendine.

İşsahibi sahtekâr ve hırsız olan öz oğlunu aklına getirerek yakınlarına:

– Beni işidin. Ölürsem tüm varlığımı o oğlum olacak adama değil, Yusuf’a bırakıyorum! – demiş.

Bir gün işsahibi vefat etmiş.

Hayat budur. Bugün varsın, yarın yok; dün olmayan bir şey bugün eline geçiverir.

Yusuf şehrin tüm tüccarları arasında en zengin tüccar olmuş. 

Mübarek Cuma günü Yusuf’un kervanı Solhat’a girmiş. Binlerce deve sıra sıra yavaş yavaş sokak boyu yürüyordu.

Şehirlilerden hiç kimse kervan sahibinin Yusuf olduğunu bilmez, düşünmezdi bile. 

Camiye yaklaştığı zaman bile onu kimse tanımadı. Söze başladığında bile kimse onu aklına getirmedi:

– Kubbesi de artık çökmüş. – dedi Yusuf.

İnsanlar sessiz durdular.

Düşündüğü zaman, utandığı zaman insan susarmış. Sessizliği bozan Yusuf:

– Bu yere hayır para olarak malvarlığımızın bir kısmını verelim! – der.

Yerli beyler:

– Sende varsa, ver! – diye bağırırlar ona.

Onlara gülen Yusuf:

– Yusuf denen biri bunu böyle yapacağını bir zamanlar söylemişti. – deyince etraftakiler bir anda bu adamın Yusuf olabileceğini düşünür.

Hayret!

Ertesi sabah binlerce adam eski yıkıntıları yerine yeni bina kurmak için meydana toplanmıştı. Aralarından biri: 

– Bizi Yusuf Ağa yolladı. – dedi.

Yusuf’un talimatıyla sarı taştan duvarları yükseldi, fildişi kullanıldı ve altından kiremit döşendi. Yusuf’un emriyle içi mis dolu bir geminin Kefe’ye demirlediği haberi gelince halk arasında:

– Kırım’da bu camiye benzer başka bir cami yoktur. – diyorlardı. – Yusuf müminlerin hamisidir vallah.

Duvarları kuran işçiler harc içine bol bol bu misten karıştırırlar. Hoş kokulu toz tuğlaya güzel harc olmuştur. 

Yağmur yağışından sonra Müşk Cami’nin duvarlarından mis kokulu buharın göğe yükselmesi hayal ediliyordu. 

İki kış geçti. Kurban Bayramı arefesine yeni cami hazır duruyordu. 

Beyaz minarelerinin sivri ucları göğe uzanıyordu. Çatı tenekeleri altın misali parlıyor, kızıl mermertaştan olan oluklar kemerleri kaplardı.

– Abdülgazi Yusuf! Müminlerin hamisi, ey Yusuf! İlk kurbanı sen eyle!

İlk kurbanı Yusuf çalarak, onu fakir bir hammala bağışladı. Aynen bu hammal gibi çok fakirdi Yusuf o gün Meleğe niyetini söylediğinde... Yeni bir cami kurma niyetini.

Gene bakışını yönlendirdi Yusuf göklere. Ak bir bulut yüzerdi cami üzerinde, tam bina üzerinde durdu ve damlaları birer pırlanta taşına benzeyen mübarek yağmuru yağdırdı. 

O an Cami temeli ve duvarlarından mis kokulu bir hava yayılmış.

Orada bulunan halk Yusuf’un önünde diz çökerek:

– Ey Yusuf, Solhat’ın gerçek hukümdarı sensin! – dedi. Fakat Yusuf başını sallayarak onlara:

– İktidar – insanlar arasında bir uçurumdur. – diye cevap verir.

Yusuf hayatının sonunadek halkıyla kalmış, fakirlerle tüm varlığını paylaşmış, kendisi gene onlardan birisi olmuştur. 

Halk ta hanları, beyleri hep unutmuş. Tek Yusuf’un anısı onlarda daima yaşarmış. 

Eski Kırımlı Tatarlar bir yağıştan sonra mis kokuları solumak için Müşk Cami’nin yanında toplandıklarında her zaman bir mümini, güzel Yusuf’u anarlar.