Gaddar Han İle Lokman Hekim Masalı

TR
RU EN

     Evel zaman içinde Kırım’ın gaddar bir hukümdarı, Han’ı varmış. Aynı hanlığın büyük bir hikmetli insanı ve hekimi olan Lokman Hekim adında biri varmış. Lokman Hekim halka karşı açık ve samimiydi, gaddar Han’ın kötü niyetlerini birden çözerdi. 

     Han Hekim’den nefret ederek onu zindana attırır. Derin ve karanlık kuyunun dibinde bulunan Lokman’ın üstüne bir de bin hokka ağırlığında bir taş örtmüştü.

     Han böylece akıllı bir insandan kurtulmayı düşünmüş. Fakat mağrurluk denen şey büyük hikmetin karşısında bir hiçtir. Lokman Hekim’in cam şişesinde büyülü bir melhemi varmış. Hekim bunu farklı otlardan elde etmişti. Her gün Lokman Hekim bu şişesinden bir kaç damla alır. Eski çınar ağacının yanından rüzgarın geçtiği misali Hekim’in yanından açlık ve susuzluk geçip giderlerdi. Gün ışığı görmeden, temiz hava solumadan Lokman Hekim uzun yıllar zindanda kalmış. Gaddar Han bile ölmüştü, ama akıllı Hekim hala zindanda canlıydı. İnsanlar ise zindanda Lokman Hekim’in kemiklerinin bile kalmadığına emindi. 

     Yeni bir Han artık hukümdardı. Bu Han eskisinden daha gaddar ve adaletsizdi. Adaletsizliklerinden halkın kanı su gibi akar, hüzün ve acıların sonu yoktu.

     Ama günün birinde adalet yerini bulur. Han, günahları için cezalandırılır. Han kötü, ölümcül bir hastalığa yakalanır. Kıpırdayamaz hale gelmiş vücudunu felç sarmıştı. Saray hekimlerinin tüm gayretlerine rağmen çare bulunamıyordu. Hastalığı iyileştirecek bir deva bulunamadı. Hastalıksa günden güne artmış. 

     Han çok kızıyor, beceriksiz hekimlerin kellelerini acımasızca uçurtuyordu. 

     Günün birinde Han’a yaşlı bir adam gelerek:

     – Ey, ulu babasının ulu hükumdar oğlu! Ey, Hanlar Hanı! Lokman Hekim yaşıyor olsaydı, hastalığına çare o bulurdu. – demiş. – Yalnız o seni iyileştirir, Şeytan’ı yanı başından kovar. 

     – Bana Lokman Hekim’i anlat. – der Han.

     Yaşlı adam başını sallayarak susar. Sonra Han’a bakarak:

     – Han’ım, o zaman dinle ama kızma. Benim için ölüm emri verme. – der. – Lokman Hekim’den daha akıllı kimse yoktu eskiden. Bir tek o, dünyanın kuruluşu sırrına ermiş, insan sağlığının anahtarını elde etmişti. Fakat Lokman fakirlerin hekimiydi, hukümdarları sevmez, mazluma zülüm edenlerden uzak dururdu. Hükumdar babanız Lokman’ı zindana, adaletsizce ölüme bırakmıştı. Taş kuyuya adamı attırıp, üstünü ağır bir kayayla örtmüştü. O zamanlardan iki yüz defa yeni ay doğmuş. Herhalde büyük hekimden kemik tozu bile kalmamış artık. 

     – Taş kuyu zindanını açtırın! – diye emreder Han. – Bana o zindanı gösterin.

     Hanın emri yerine getirilir. 

     Lânet kuyuya hizmetçiler gider. Çok ama pek çok güç ve gayret sarfedilmiş ki, bin hokkalık taşı kenara çekmek için. 

     Kuyu dibinde Lokman Hekim’i sağ salim gördüklerinde hayretlere kalmışlar. Yalnız saçlarına kar yağmış ve tenine derin çizgiler yatmıştı. 

     Kuyudan kurtulup yukarıya çıkan sakin ve hüzünlü Lokman Hekim, gün ışığı altında yaşayanların ondan ne istediğini sorar.

     Hüzmetçiler Lokman’a Han’ın hastalığından bahsederek, onun Hekim’in kemiklerini merak ettiğini söylerler. 

     – Ey, hikmetlilerin ulu adamı! Bizimle gel. Hastalığını yenersen, bilgilerin için Han seni mükâfatlandırır. - derler.

     – Hayır! Tebasının hayatına acımayan bir insanın hayatı ve sağlığına hizmet etmem. Beni gene buraya hapsedin de geri dönün. – der Lokman Hekim.

     Fakat Han’ın hizmetçileri Hekim’in ayaklarına kapanarak, onlarla beraber Han’ın huzuruna gelmesi için yalvardılar:

     – Senin sağ olup ta bizimle gelmek istemediğini öğrenizrse, hepimizi öldürür. Acı bize, ne olur, ey akil adam! Bizleri ölüme salma!

      Lokman’ın kalbi yumuşar, bu insanların sözüne kanıp:

     – Ama Han’ın huzuruna çıkmadan önce kırk gün tek başıma bir tenhada kalmam gerekir. – der Lokman. 

     Lokman Hekim fakir bir dedenin yıkık yuvasına yerleşerek orada kırk gün kendini dinler, fikre dalar. Kırk birinci günün sabahı ise Han’ın askerleri Lokman’ı almaya gelirler. 

     Han Lokman Hekim’i sabırsızca beklerdi. Hekim’i gördüğüne çok sevinir. Lokman Hekim’se Han’a bakarak onun hastalığını birden anlar. Hastanın gönlünü güçlü bir şey etkilerse hasta ancak bundan iyileşeceğini anlar Lokman Hekim.  

     – Güçlülerin en güçlüsü, ey Hukümdarım! Var mıdır senin için çok kıymetli olan bir kimse? – diye sorar Hukümdarına Lokman.

     – Var! Bunu bana neden sordun? – der ona Han.

     – Bil ki, hastalıktan kurtulmak için bunlardan birisini kurban etmelisin. – diye cevap verir Lokman Hekim. 

     – Ya, hikmetli! Ne biçim deva gösteriyorsun? Bu insanlara zarar veremem ben. – diye bağırır ona Han. 

     – İstediğini yap. Fakat bilesin ki, hastalığının tek çaresi budur. – der ona Hekim. 

     Hekim sözünü bitirerek orayı terk edip gider. 

     Aradan bir kaç gün geçer ve hukümdarın hastalığı gene azar. Lokman Hekim’i çağırtan Han gene yalvarır:

     – Ya, Hekim! Benden dile ne dilersen! Seni ziynetlerim, zengin ederim, yeter ki bu hastalıktan kurtar. Mecalim artık kalmadı. – der.

     – Bunun tek bir çaresi vardır. Sana onu söylemiştim. Neden bana inleyerek yalvarıyorsun? – der Lokman.

     Han’ın sabrı tükenir. O, her zamanki gibi yalnız kendini düşünerek:

     – Peki! – diye bağırır. – Öyleyse, söylediğin gibi olsun. Ama gözüm olanı görmesin.

     – Bu fayda vermez. Yalnız kendi gözünle olanları görürsen bu çare hastalığını bitirir. – der ona Hekim.

     – Gerekeni yap o halde! – diye çıldırır Han.

     Han’ın oğlunu getirerek ellerini kalın halatlarla bağlarlar. Lokman Hekim oğlanın boynuna gizlice ufak bir deri torbayı bağlar. Torbanın içini daha önce koyun kanıyla doldurmuştu.

     – Buraya bak, gözlerini kapama. – der Lokman o hükumdara.

     Han genç oğluna gözlerini diker. Sevgili oğlunu o yerde göreceği hiç aklına gelmezdi. Gördüğü manzaradan Hanı’ın beti benzi solar. 

Haykırası, ağlası geldi Hanı’ın. Fakat vücudu onu dinlemiyordu.  

Keskin bir bıçağı eline alan Lokman Hekim, bıçağı kaldırır. Ani bir hamleyle bıçağı gencin boğazına geçirdiğini oynar. Bıçağın keskin çeliği deri torbayı delince kan fışkırarak gencin üstüne dökülür. 

     Beş yıl yatağından kalkamayan Han birden ayağa kalkıp delicesine oğluna koşar. Buna gülen Lokman Hekim Han’ın eline delinmiş torbayı uzatır. 

     Oğlunu sağ salim gören Han çok sevinir. Hayreti ile sevincinin sonu yoktu. Fakat en çok kendi sağlığının gücüne hayret eder. İyileştiğine bir türlü inanamaz. 

     Hikmetli, ağırbaşlı adam Lokman Hekim Han’a dönerek:

     – Gönlü, kalbi sarsan bir acı insana ne denli tesir ettiğini anladın mı şimdi? Ey, insanların hayatına karar veren insan! Sana daha bir şeyi açıklıyorum. İnsan acısının ne kadar derin olduğunu artık sen de biliyorsun. Yakınların ölümü ne acılar yaşattığını anladın. Sen mağrur ve kibirli bir hukümdarsın, her gün  binlerce insana işte böyle acı yaşatıyorsun. Ölüme gönderdiğin onca insanın anaları, kardeşleri onların arkasından gözü yaşlı yalnız kalıyorlar. 

     Han bu sözlere cevap veremedi. Hekim’in bu cesur konuşması orada öyle kaldı. 

     Han aynı gün büyük bir ziyafet verir. Bütün halkı o ziyafete davet eder.  Kırk gün, kırk gece o ziyafet devam etmiş. Kulaktan kulağa o ziyafette, yıllardır kan akıtan Han’a tesir eden kendi oğlunun güya dökülen kanı konuşulmuştur.