Küçük Oğlan Masalı

TR
RU EN

Bir varmış, bir yokmuş. Fakir bir kalaycı adam yaşarmış. Beş yıl evli olduğuna rağmen kader ona bir oğul bağışlamadı. Adam falcı büyücülere başvursa da, hiç bir şey fayda etmedi. Herhalde baba olmak nasip değilmiş ona. Buna çok üzülürdü zavallı kalaycı, kendini nasipsiz biri olarak görüyordu. Bir akşam üstü dükkanından evine döndüğü zaman kapı eşiğinde bir çingene kadını bulur. Kadın dileniyordu. Yanındaysa aç, sefil ve çıplak olan beş ufak çocuğu da vardı.

«Allah’ın işine bak. — diye düşündü kalaycı. — Sorana vermez, ama istemeyene bol bol verirmiş böyle bir sürü çocuğu Allah’ım».

— Bunları neyle nasıl besliyorsun? — diye sorar kalaycı çingene kadına.

— Ağacığım, ben değil, Yüce Allah’ım veriyor rızıklarını. Görüyorsun. Hepisi çıplak, yalınayak ve aç it enikleri gibi. Geceleyecek bir yuvamız bile yok. – diye cevap verir kadın.

Kalaycı fakir ama kalbi yufkaydı. Bunlara acıyarak elinde olanlarını paylaşır. Çingene kadını çocuklarıyla beraber kendi fakirhanesine getirir.

— Gönlümün elması! — diye karısına gelir kalaycı. — Tek çocuğumuz yok diye üzülürken, bak! Tam beş tane oldu.

Karısı bu kalabalığı görünce önce korkar ama merhametli bir kadın olduğundan çingene ailesine evini açar. Her akşam eve dönen fakir esnaf kalaycı ne kazandıysa kadınının çocuklarına seve seve yedirir. Kalaycının karısıysa anaları sokaklarda dilencilik yaptığı sırada çocuklara bakar. Çingene kadınının yaşayışı gitgide değişir. Kadın kalaycılar çiftine minnetdarlığını göstermeğe çabalıyordu. Günün birinde kalaycı karısına:

Ey, Havva ananın temiz kızı! Öz anamla babam bile sizin bana yaptığınız iyiliği yapmazdı. Allah şahidim olsun ki, iyiliğinize iyilik yapmak isterim. Ama sen söyle. Hayatınızı karartan ne zorluğunuz var? Elimden bir şey gelirse, yaparım. – demiş.

— Ya, onca güzel bebenin mutlu annesi! Beş yıldır evliyiz. Fakat Allah bize bir çocuk vermedi. Sana bol bol verdiği nasipten bizi mahrum koydu. Kocam bir tek çocuk için her şeyini feda ederdi. — diye cevap verir kalaycının karısı.

— Üzülme, kardeşim. Bu zorluğunuzda elimden gelenini yapar, size yardımcı olurum. — der çingele kadın. — Komşundan bir tavuk yumurtası iste. Bense üstüne büyü okurum. Kocan eve dönünce bu yumurtayı kocanın sağ tarafındaki duvara fırlatıp kırarsın. Görürsün, kocanın isteği gerçekleşecektir.

Kalaycı karısı aynısı yapar. Kocası akşam eve döner dönmez onun sağındaki duvara büyülü yumurtayı fırlatarak kırar. Bir mücize olur. Kırılan yumurtanın içinden susam tohumu büyüklüğünde kırk tane çocuk çil parçası olarak serpilir. Kalaycıya koşarak:

— Baba, baba! – diye etrafını sararlar. Minikler kalaycının elleri, kolları, ayakları ve omuzlarına tırmanarak üstüne otururlar. Kalaycı şaşırarak olanı seyreder.

— Hayırdır?! — diye korktu kalaycı. — Bu ordu da nereden çıktı? – der.

Eşi ona her şeyi anlatınca kalaycı kafasını eki eline alarak:

— Bunun neresi mutluluk, Hanım? Sevinç değil bu, belâ! Bir tane isterken kırk tanesi yıkıldı başıma! – diye haykırdı. Sonra çingene kadına dönerek, - Çöl kadını, yalvarıyorum, kurtar beni bu vızıldayan sinek sürüsünden. Allah rizası için! – der.

Yapılacak başka ne vardı? Çingene kadını bir torba içine ufak çil yavrularını toplamaya başlar. Otuz dokuzunu bir araya toplamış. Ama kırkıncı ufaklık babasının çizmesi içine saklanmıştı. Ertesi gün işe hazırlanırken giyinen kalaycı çizmesini ayağa çekerken oradan çıkmaya çalışan ufaklığı görür:

— Buraya nasıl düştün? — diye sorar ona kalaycı.

— Babacığım. — der Kiçik, — Kardeşlerimden en akıllı ve mahir benim. Görüyorsun ki, hepsinden bir tek ben kalabilmişim.

Kalaycı ona bakarak bunun herhalde kader işi olduğuna kanar. Bu ufaklığın onun oğlu olmasında bir anlam olduğuna inanır ve:

Öyleyse, dükkanda bana yardımcı olursun. Ben çalıştığım zaman, annen çiğbörek kızartır. Onları öğlelik bana getirirsin. — der kalaycı.

Kalaycı çizmelerini giyerek dükkana gider. Küçükoğlan ise annesine çiğbörek ısmarlamış, yanına da bir katlama börek te hazırlatmıştır. Börekler hazır olduğunda Küçük:

— Çiğbörekleri bir sahana koy, üstüne beni yerleştir, benim tepeme de katlama böreği yerleştir. Sahanı bir bez örtü içine sar, uclarını bağla. Bu bohçayı al avluya bırak. Yolu ben bulurum. – der.

— Oğlum, aklın başında mı? — diye şaşar annesi. — Bu bohça nasıl hareket eder ki?!

Küçükoğlan annesini ikna edince kadın bohçayı gereken yere avluya bırakır. İçi çiğböreklerle dolu olan sahanlı bir bohçanın hareket edip yol aldığını gören kadının şaşkınlığını görmeliydik. Yol tepen bohçanın gittiği yer uzak mıydı, değil miydi bilinmez. Ama bohça yoldaki bir çukura yuvarlanır. Küçük çok gayret etse de çukurdan bir türlü çıkamaz. Çukur yanından iki avcı geçiyormuş. Bohça içine sarılmış bir sahanı görerek çukura inerler.

— Şükür Allah’a. Tam da avdan sonra yemeğimiz önümüze gelmiş. Bohçadan gelen mis yemek kokusunu duyuyor musun? — der birisi.

Fakat bohçaya dokunur dokunmaz oradan ince ama kızgın bir ses gelir:

— Hey, sahana sakın dokunma!  - diye.

Avcı korkarak oradan uzaklaşır. Arkadaşı ona gülerek:

— Ne korkakmışsın ya! Ben de bir ses duydum ama kulak bile asmadım. Bohça sahibi gelene kadar biz bu börekleri yiyelim. Çöz şunu. — der.

Arkadaşı bohçayı çözecekken gene kızgız bir ses:

— Çöz de bak, bakalım! Ha! – der.

Adam gene bohçayı elinden bırakır. Arkadaşı:

— O zaman ben çözerim, senin gibi sümsük bunu yapamıyorsa! — diyerek bohça düğümünü zorlar.

— Seni delibaş seni! Şeytanın dölü! Seni öyle bir oynatırım ki, pişman olursun! — diye haykırır ona Küçük.

Avcılar ürkerek bohçayı atıp delicesine çukurdan çıkmağa gayret ederler. Nihayet oradan kurtulup bütün güçleriyle koşarak kaçarlar. Bu iki hambalın korkaklığına kahkahalarla gülen Küçük yoluna devam eder. Babasının dükkanına nihayet ulaşan Küçük sahanıyla, bohçasıyla masa üstüne çıkarak yerleşir. Kalaycı işini bitirip masaya yaklaştığında bohçayı çözer. Katlama böreği eline alıp kırar, yemeğe başlarker oradan birden çıkan gülücüklü Küçük’ü görür.  

Oğlum! İçinde bulunarak ta bunları nasıl da getirebildin?der.

— Sana bazı işlerden daha iyi anladığımı söylemiştim. — diye cevap verir Küçükoğlan.

— Doğruymuş. Maharetliymişsin, oğlum. Kalaycılıkta da yardımcım olsan keşke. Ben yemeğimi yerken sen kalaylama işine bir başla, bakalım. Bu güğümü bir kalayla. Çömleklerin hepsiyle tek başıma başa çıkamayacağım.

— Çok kolay! — der Küçük ve işe tutulur.

Bir kaç saat geçtikten sonra kalaycı adam ufaklığa baktığı zaman tam hayret olur. Küçükoğlan büyük bir adamın bile yapamayacağı işi yapmış, üç günde bitirivermiştir.   

— Bak sen! Hayret! — diye ellerini açar kalaycı.

Beş karış boyuyla karşısında duran Küçükoğlan’a tekrar tekrar bakar.

— Çok ustaca yapılmış. Oğlum, sen toprağı da işletebilir misin? – diye sorar. Küçük:

— Toprağı da eker, işletirim. — der.

— O halde ağabeyime de yardımcı oluver. Senin amcan olur kendisi. Lânetolası Sarıbey zavallı amcanı kendi tarlasında çalıştırarak bitirdi. Amcanın öküzlerini elinden aldı. Amcan hasta düşerek çayırdaki işini yapamaz oldu.  

Küçükoğlan toprağı ekeceğini söyler. Hasta amcasının yanına gidip Sarıbey’in henüz alamadığı tek katırını alır. Katırın üstüne saban ile tırmığı yükleyip tarlaya yol alır.  Kendisi de yükün üstüne çıkıp katırın kulağı içine oturur. Katırın kulağına yerleşip içini gıdıklayarak yola çıkar. Katır gıdık heyecanıyla büyük tarlayı öyle bir hızla kazımış ki, iki öküzün üç günde yapamayacağı işi halletmiştir.

Kalaycı adam bir gün evinde oturup Küçükoğlan’a:

Seni herhal bize Allah bağışlamıştır. Ufak tefek olsan da on kişinin işini yapıyorsun. Fakat son bir yardımına daha ihtiyacımız var, oğlum. — dermiş. – Dağ pınarı yanında, nehrin tam kıyısında korkunç bir kırk kafalı Ejderha yaşıyor. Suyu o pınardan tek bir şartla alabiliyoruz. Her gün Ejderha’ya bir danayı kurban getirdikten sonra suya yakın geçmemize izin verir. Bu yılki sıra artık senin bu amcana da gelip çatmış. Bu akşam amcan bir öküzünü kurban vermelidir. Aksi halde bütün köy susuz kalacaktır. Fakat... Şişman tenini şeytan paralasıca o nalet Sarıbey amcanın öküzlerine el koydu. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. – der.

— Korkma, baba! Köyü bu illetten ben kurtarırım. — der ufaklık. – Yalnız, bu seferlik te amcam o katırını bana vermelidir.

Gece vaktini bekleyen Küçük katırın üstüne eyerini salar. Katırı pınara, suya götürür. Nehir kıyısına yaklaşarak tüm sesiyle:

— Selâmün aleyküm, Ejderha Ağa! Kurbanını almaya gel, haydi! — der.

Kırk kafasından birisini su üzerinden üşene üşene kaldıran Ejderha zerre kadar Küçük’ü zayıf bir katırın üstünde görünce gırtlağı çatlayacasına kahkahayla gülmeye başlar.

Ha ha ha ha! Hay da pehlivan devmışsin! Ya! Ama, korkak ta değilmişsin ancak. Bana semiz bir dana yerine bu cılız eşeği, bu kemik torbasını getirdiğine göre! – diyen Ejderha, Küçük’ün haline gene sesli sesli güler.

Ejderha’nın o kadar da korkunç olmadığını gören Küçük onun kulağı içine girip gıdıklamayı başlar. Bu sefer gıdıktan Ejderha tek başıyla değil, kırk başıyla kahkahaya boğulur, havayı sarsar. Küçükoğlan’ı yakın ve sevimli bulan Ejderha ufaklığı dostu olarak kabul eder.

— Haydı. Bu kadar yeter, kırkkafalı kütük seni!... — der nihayet Küçük. — Danayı da alırsın, tabi. Ama Sarıbey’in hayvanlarının tadını da almalısın. Dana ve öküzleri içinde en semiz olan iki öküzü var ki, bilemezsin. Biri sarı, öbürüyse kara iki öküzdür. Hangisini getireyim sana?

— Sarı olanı getir. Dişlerimi çoktan ona göre keskinleştirdim. — der Ejderha.  — Ama... Güldüğüme bakma. Öküz akşamleyin burada olmalıdır. Yoksa seni de, o cılız eşeğini de bir hamlede yutarım!  

Küçükoğlan katırını suya doydurarak evine döner. Köylüler dönen ufaklığı sağ salim görünce hep beraber evine kadar onu geçirirler. Karanlık basınca Küçükoğlan Sarıbey’in evine yönelir. Çok zengin ve çok cimri olan bu Sarıbey köylülere rahat vermiyordu. Arabakapısının altından geçip ev avlusuna giren Küçükoğlan kapı kilidi deliğinden içeri düşer. Ne görsün ki? Bir ahırın içindeymiş. Sarı öküzün kulağının içine yerleşir ve yüksek bir sesle:

— Sarıbey! Sarıbey! Kara olanı mı, Sarı olanı mı? – diye oradan bağırır.

— Kim o? — der ürker Sarıbey.

— Sarıbey! Sarıbey! Kara mı, Sarı mı?

— Gidip bu çığırtkana bir bakın! — diye oğullarına emreder Sarıbey.

Ahıra koşarak gelen oğlanlar orada kimseyi bulamazlar. Küçükoğlan’sa gene:

— Sarıbey! Sarıbey! Kara olanı mı, Sarı olanı mı? — diye bağırır. Kızgınlıktan azan Sarıbey oğullarına:

— Odun gibi kör müsünüz, sağır mısınız? Orada çan çan bağıranı çabuk buraya getirin! — der.

Hantal oğulları gene ahıra gider ama tekrar elleri boş eve dönerler. Ahırdansa küçük pehlivanın keskin sesi gelmeye devam eder.

— Kendim gidip bakacakmışım demek! — diye haykırır bey.

— Sarıbey! Sarıbey! Karayı mı, Sarıyı mı alayım öküzlerin? – diye çan çan bağır Küçükoğlan.

— Sarısını al da Cehennem’e defol! — diye korkunç bağırır ona Sarıbey. Sarıbey cinlerin ona şaka ettiğini düşünerek çok korkarar kızmıştır. — La ilahe ilallah. Aziz Peygamber’im aşkına, beni cinlerden koru Yarabbi!

Sarıbey’in cevabını alan Küçükoğlan öküzü çözer ama gene kulağı içinde kalır. Kulağı gıdıklaya gıdıklaya öküzü Ejderhaya getirip:

— İstediğin Sarı’yı al işte! Ama bir şartım vardır. Bağırsakları ve içinde neler varsa, bana bırak. Ha. Şimdi o bağırsağı, iki kovayı ve kavalı al ve gösterdiğim yere hareket et! — der.

Bu arada Küçükoğlan Ejderha’nın kulağına girip oraya yerleşir:

— Çabuk ol, sallanma! Bir eğlence bizi bekler! Sonunda Kara öküzü de alırsın! – der ufaklık.

Bir avı daha duyan Ejderha kurnaz Küçükoğlan’ın sözlerini yerine getiriyordu. Birazdan ikisi de Sarıbey’in evindeydiler. Beyin evinin çatısına gizlice girerek saklanırlar. Küçükoğlan Ejderha’ya:

— Beni burada bekle. Bense odalara ineceğim. Sonra bana buraya getirdiğimiz şeyi uzatır verirsin. Arkasından da olanları beraber seyredeceğiz. – diye emreder.

Küçük pehlivan bir mercimek pulu gibi borudan odaya, tam da Sarıbey’in yarak odasına iner. Sarıbey’in başı ucuna durur. Puf yorganına sarılmış Sarıbey mışıl mışıl uyuyordu. Arkası arkasına birbirine dayanarak beyin şişman karısı da yanında horulduyordu. Küçükoğlan Ejderha’ya işaret vererek aşağıya bağırsağı alır. Mahir ufaklık yorganın ucunu kaldırarak bağırsağın pis kokulu içindekilerini yatağa döker. Pislikler yatağa akarak, uyuyanların arkalarına yapışır, belaşağısına kadar akıp orada kümelenir. Haylaz Küçükoğlan kavalı da Sarıbeyin bağırsağına yavaşça taktırıp yorganı olduğu gibi üstüne örter. Ejderha’ya iki kova su doldurtup aşağıya indirtir. Su dolu kovaları da uyuyan bey oğullarının sırtlarına bağlar. İşleri bitiren Küçükoğlan sandığın arkasına gizlenerek ince gıcırtılı ses çıkarmaya başlar.   

İlk uyanan beyin şişman karısı olur. Kaşınmak için elini bel aşağısına uzatınca pisliğe bulaşır:

Kart domuz seni! Neler yaptın sen? Yatağı pisletmişsin! – diye kocasını uyandırmış, ona pislik kümelerini göstermiştir.

— Kadın! Aklını mı kaçırdın sen? Yatağı kendin pisletip suçu bana mı yüklersin? — diye darılır adam. – Elli yaşındayım. Bu yaşıma kadar altıma hiç ettiğim yok.  Sığır gibi pisleterek suçu bana yıkarsın, ha?!

Karısına çok kızan bey ona olur olmaz sözler, hakaretler yağdırır. Karısıysa hızını alamayıp devam ederdi:

— Ama, beyim, bok tam senin altında, bak! — diyordu.

Nerede altımda?!dedi kızıp bozaran bey. — Be Şeytanın kızı! Kendi belini benim belimden ayıramıyor musun sen? Kör müsün?

Burada kavga dövüşe tutuşurlar. Birbirine şamar, zille tokat vuran karı koca arada pisliği de etrafa sıçratıyorlardı. Bu şamatadan uyanan büyük oğulları  bağrışmaları duyar. İşin aslını anlayabilmek için ocaktaki ateşi yakmaya gayretlenir. Sırtına bağlı olan kova birden düşerek hem onu, hem de etraftaki herşeyi ıslatır. Olanlardan korkup ürken oğlan küfürler saçmaya başlar. İkinci kardeşi uyanıp şaşkınlıkla babasının yatağına koşar. Ona bağlı olan kova da başı üstünden fırlayarak suyu Sarıbey’in üstüne dökülür.  

— Tüh. Aksi şeytan! — diye bağırır Sarıbey. — Evimin içinde gene cinler kol geziyor! Öküz verdim, yetmedi mi? Beni hepten bitirmeyi düşünüyorlar.

Yatağından kızgınlıkla fırlayan Sarıbey ocağa yönelir. Ateşi yakayım derken kor ateşe sık sık üfler. Bunu yapalken bapırsağına takılı olan kavaldan nağme sesleri çalınır.

— La ilahi il-Allah! — diye inler bey. Kendini kaybedip neredeyse bayılacaktı. — Cümle cemaat! İmdat!!!

Korkudan titreyen beyin dişleri üstü üstüne gelemez haldeydi. Islak korkak bir tavuğa benzeyen Sarıbey’in titrek çenesi sesler çıkarıyordu. Adam sanki deli dansı oynar gibi hareket ederek ailesini tamamen çıldırtır. O arada sandık arkasından gelen ince keskin bir ses kahkaha atar:

— Hi, hi, hi, — diye gülüyordu Küçük haylaz. Onun ince sesine yukarıdan Ejderha’nın kalın sesi eşlik ediyordu:

— Ha, ha, ha, ha! — diye çatı gıcırdıyordu.

Sarıbey’in arkasına takılmış olan kaval acıklı nağmeyi çalmaya devam ediyordu. Nağme felsefi şiiri, hikmetli tavsiyeleri andırıyordu. Bununla etraftakileri biraz daha korkuya boğuyorlardı. Bütün bu gürültü ve şamatayı duyan komşular beyin evine doluşurlar. Bu eğlencelik manzarayı bütün köy sessiz durup izler. Madara olan bey kenefe kaçıp saklanmış ama arkasından gelen dini nağme oralardan bile duyuluyordu. Nağmeyi duyan köy çocukları Sarıbey’in evinde düğünün olduğunu düşünerek buraya toplanmıştı. Bahşış alacaklarını sanıp gırtlaklarına acımayarak:

— Düğün var! Düğün var! Sarıbey’in toyu var! Toya buyurun, buyurun! – diye bağırıyorlardı.

O şamata sırasında Küçükoğlan beyin ahırından bütün davarını dışarı sürerek köyün vakıf çayırına götürmüştü. Ejderha’ysa olanlara öyle bir gülmüş ki, göbeği çatlayana kadar duramamış, gülmekten katılmaktan ölmüştü. Sarıbey’se tüm aile efradını, pılını pırtını toplayarak o gece köyü terkedip gitmiştir. Rezaletten böylece kurtulacağını düşünmüş. Kalaycının oğlu olan ufaklık, Küçük pehlivan köyünü iki azılı düşmandan böyle kurtarmış. Cani Ejderha’dan ve içi doymaz Sarıbey’den hep beraber kurtulmuşlardı.