Sultan Sâlih

TR
RU EN

Sultan Sâlih

(Canköy Efsanesi)

 

Yüz yıl öncesinde bile Sultan Salih Cami yıkıntıları aynı yerdeymiş. Aynen şimdiki gibi. Ne fırtınalar, ne de yağışlar harabeyi yıkamamış. 

Belli ki, Sultan Salih Camisini usta eller kurmuş, işçileri de deneyimli gözler takip etmiştir. 

Salih denen adamsa basit bir çobanmış. Yıkıntı evi de Canköy’ün bir köşesindeydi. 

Onurlu bir fakir adam! Çoban, zengin bir adamın evi eşiğinden adım atamıyormuş. 

Günün birinde sığırları otlağa sürerken Han avlusuna girip Bey kızına gözü değer. 

Bazı çiçekler var ki, güzellikleri hayret ettirir. Bazı yemişler var ki, her bir acıyı unutturur, iyileştirir. Fakat ne çiçeğin, ne de meyvanın kara gözleri, gülüşü ve  canlı bir zarafeti yoktur. O kara gözler ki, aşkla yanar. O gülüş ki, hüznü unutturur. O zarafet ki, Hazreti Peygamber’imizin anlattığı Cennet’i yansıtır. 

Resamhan merdivenden çıktığında Salih yandığını anlar. Salih yemekten sudan kesilmiş, zavallı yaşlı annesi bundan dolayı hüzne kapanmıştı. 

– Oğlum, neyin var? – diye sorunca Salih’e, cevabı alamıyordu.

Boğazında kalmış bir balık kılçığından genç Resamhan vakitsiz ölür. Ölüm haberini alan Salih’in rengi kaçar, damarında kanı donar. Annesi işte o an herşeyi anlamış olur. Acıdan deliye dönen oğlu gece vakti kızın cesedini mezarından alıp eve getirir. 

İncinin çeşidini bilir misiniz? En saf inci, aşk acısından oluşan gözyaşı incileridir. 

Cesedin üstüne kapanıp ağlayan Salih sıcak gözyaşlarıyla, sevgi nefesiyle ölü teni ısıtmış.

Annesine koşan Salih yardım ister. Annesi boğazından kılçığı çıkararak, kızın ölmediğini, yalnız derin bir şekilde kendinden geçtiğini söyler. 

Resamhan kendine gelir gelmez gözlerini açar. Salih’se onu korkutmamak için ortadan kaybolur. Zira berrak pınar suyuna düşen ufak bir taş bile suyu titretirmiş. 

Kızın kalbine böyle sevgi ve özen çok dokunur. Nitekim kız da Allah’tan yalnız güzel değil, ince ruhluymuş. Canköylüler daha sonra da uzun yıllar devamında Resamhan’ın hikmetini hatırlardı. 

Bu çobanın neye sahip olduğunu, nelerdense mahrum olduğunu bir anda anlamıştır güzel kız. Kız yaşlı kadına bir gün der ki:

– Oğlun Kefe rıhtımına gitsin. Orada oturan Ahmet Akay denen adamı bulup ondan bir kuruşluk hikmet, bir kuruşluk ta başka şey alsın. – der.

Çoban Salih Kefe rıhtımında adamı bulunca, anlatır. Ahmet Akay çobanın gözlerine bakıp gönlünü okur ve der ki ona:

– Bir! Bil ki, güzel olan değil, kalbe yatan - güzeldir. İki! Zamanın kıymetini bil. Seni alâkadar etmeyen şeyleri merak etme.

Salih’in yaşlı annesi Resamhan’a Ahmet Akay’ın tavsiyelerini anlatınca genç kız güler:

– Bu sözlere riayet etsin. Bense devam ederim. Kefe rıhtımına demirli duran gemiler vardır. Büyük bir gemiye Salih’i de alsalar keşke. Uzak ülkeleri gezerek çok şey öğrenir. Bizim beylerden daha bilgili olur. Burada her bir evin istenen kişisi, onurlu misafiri olur tabi. – der.

Bunları annesinden haber alan Salih derin bir oh çekerek annesine o buralara döndüğü vakte kadar Resamhan’a destek olmasını rica eder. Büyük gemi sahibinden işe alınan Salih çok ülkeyi gezmiş, denizleri, bozkırı bildiği kadar artık tanımıştır. Evine bilgili biri olarak dönmeye hazırdı. 

Bozkır da, deniz de sınırsızdır. Fakat bozkır azgın dalgayı bilmez. Bozkır sessizliği yolcuyu korkutmazmış. 

Salih’in bulunduğu gemi Trabzon kıyısına yanaşmış, yelkenleri solmuş, asılı duruyordu. Uzun zamandır gemi o kıyıda demirli kalmıştı. 

Günün birinde Salih’le beraber diğer denizciler içme suyu almak için karaya inmişler. 

Karakaya’nın yanındaki kuyudan su almak üzere kovaları indirmişlerdi.  Fakat kovaları yukarıya çekemediler. Çünki kuyu ipi kesilmişti. 

– İpi kesen kimmiş, bilmeliyiz. – dedi Salih. Fakat bulunanlardan hiç kimse korkudan kuyuya inemedi. 

– Kuyuya inmezsem de er yada geç gene sonum gelir. – diyen Salih kuyuya iner. 

Kuyudaki bir mağaranın içinde aksakallı bir dede oturuyormuş. Kendisi bir karış, sakalı beş karış idi. Dedenin yanında bir Arap güzeli köpeğine yem veriyormuş. Bunların etrafına vurulmuş otuz üç uzun kazık vardı. Otuz iki kazığın tepe uclarında insan kafaları takılı duruyordu. 

– Sabahınız hayır olsun. – dedi Salih o dedeye. 

Dede Salih’e buraya nasıl düştüğünü sorunca, ihtiyarın yanına çömelen Salih bütün hikâyesini baştan sona kadar atlatır. Dede gülmseyerek:

– Gözlerin varsa, nereye geldiğini anlaman gerekir. Buna nasıl da şaşırmadın? Bütün bunların ne anlama geldiğini hiç merak ettin mi? – diye sorar genç adama. Salih ona:

– Hikmetli bir söz der ki, “seni alâkadar etmeyen şeyleri sorma”. – der.

Altı kere kıçkırdıktan sonra dedenin ak sakalı dik uzanır. Dede Salih’e:

– Akıllı adammışsın, belli. O zaman cevap ver. Arapkızı mı, köpek mi daha güzel? – der. 

Çok düşünmeden Salih:

– Güzel olan değil, kalbe yatan - güzeldir. - der.

Dede ellerine sesli sesli tükürüp, elindeki yarımay şeklindeki baltayı ani sallayarak hem Arapkızının, hem de köpeğin kellelerini uçurur. Dede şunları Salih’e anlatır:

– Gecenin birinde evime dönünce karımın yanında yabancı bir eri buldum. Bir büyümle karımı köpeğe, o erkeği de kadına çeviriverdim. Onları gördün işte. Senden önce buraya gelen insanlardan hiç birisi senin cevabını verememişti. Bunun için onların malkafaları kazırları süsler. Senin kafansa omuzlarında kalmıştır. 

Dede Salih’i mükâfatlandırır. Kuyudan yukarıya çıkan Salih’in elinde hem su kovası, hem de bir kova dolu taş vardı. 

Gemi denizcileri Salih’e bu taşları kuyuya geri atmasını söylemelerine rağmen Salih onları, bir çare bularak, Canköy’deki annesine yollar. 

Akçe değil de taş olmalarına çok üzülen annesi Salih’in çıldırdığını düşünür. Ama Resamhan yaşlı kadına eve zengin bir Karay Türkünü davet etmesini söyler. Gelen Karay Türkü bu taşları alarak karşılığında çok altın verir. O kadar çok altın verir ki, yaşlı kadın dünyada onca altının olabileceğine inanamaz. 

Bir yıl sonra evine dönen Salih yolda bozkıra kalır. Canköy bozkırında otlayan binlerce at ve davar sürülerine rastlar. Çobanlara bunların kimin malı olduğunu sorunca:

– Salih Ağa’nındır. – diye cevap alır.

– Canköy’ün yeni bir zengini oluşmuştur. – diye düşünür Salih. 

Çok yıl kendi memleketini görmeyen Salih Canköy’ü çok değişmiş olarak bulur. Köyünde kendi evini göremeyince yüreğine acı iner. O yerin yakınında büyük yeni bir saray kurulmuştu. 

Bir horoz su içtiğinde her yudum için Allah’a şükredermiş. Resamhan ölümden döndüğü andan Salih te aynen böyle şükreden biri olmuştu. Şimdiyse başını eğmiş yeni sarayın çiti dibine çökmüş oturuyordu. 

Bekleyen göz keskin bakarmış. Çitin dibinde oturan Salih’i Resamhan görür. Yaşlı kadını dışarıya oğlunu karşılamaya yollar. 

Gönlüne keder düştüğünde aklına Salih’i getir, onun sevincine sevin. Sana da belki mutluluk nasip olur.

Köyün en büyük ağası olmuştu Salih. Giyinip kuşanıp sokak boyu gururla geçerdi, bozatına bindiğindeyse köylüler evlerinden sokağa mert yiğidi seyretmeye acele ediyorlardı.

Günün birinde yaşlı Bey Hansarayı kulesinden Salih’i görerek onu yanına çağırtır. Üç defa üst üste davet gönderirmiş. Ancak bundan sonra Salih saraya gelir. Gelince de beyi kendi sarayına davet eder.

Kendi evinde Salih yaşlı beyi ağırlamış, konukseverlik göstermiştir. Yaşlı bey çok hayran kalmış. Resamhan gibi dünyada hiç kimse kalkan balığını hazırlamaz, kavurmayı da hiç kimseler böyle lezzetli yapamazdı. 

– Resamhan’ım yaşasaydı, onu sana everirdim. – dedi bey. 

O anda Salih kendi sırrını beye açar. Çok geçmeden köyde kırk gün, kırk gece düğün çalınmıştır. Salih Ağa’nın düğününe tüm köy davetliydi. 

Bir yıl sonra beyin torunu doğmuş. Adını Sultan Salih koymuşlar. 

Sultan Salih kendisi yaşlandığında rahmetlik babasının hatrına o eski yıkıntı evinin yerine güzel bir cami kurdurmuş. Eşi benzeri olmayan bir camiydi. 

Ne çok su akmış geçmiş o zamandan. Bir tek insanlar değil, kaya taşlar bile değişmiş. Canköy’de Tatarlar yok artık, yerlerinde Urumlar yaşar. Sultan Salih Camisi’nin duvarlarıysa olduğu gibi yerinde durmakla narin kemer ve oluklarıyla övünmektedir. 

Belli ki, camiyi bilinen ustalar kurduğunda onları mahir bir bakış gözetmiş.