KIZ KULESİ

TR
RU EN

Soğday’da Tatarların ataları hükumranken bu Kulenin varlığından bahsedilirmiş. Kulede bu yerin Bey’inin kızı – mağrur ve benzersiz bir güzel –yaşarmış. Kırım’da güzelliğine denk başka bir güzel yokmuş. 

Kıral Mitridatos’un seraskeri ulu Diofant kıza talepmiş, ama teklifi geri çevrilmiş. Yerli beylerin genç oğullarıysa kıza gözlerini bile kaldıramıyormuş. 

Halbuki kız aşıkmış. Aşık olduğu genç te köyün çobanıymış. Giysilerinden çoban olduğu belliydi. 

Bey’in kızı bir gece yardımcısı olan cariyesinin mezarını ziyaret eder. Mezar orman dağının eteğindeymiş. Zavallı köle kız kayalıktan düşerek ölmüş, sahibesini kedere salmıştır. Adet üzre, öldüğü yerde kızı gömdüler. Mezar taşına bir oluk oymuşlar, yağmur suyu burada toplanarak uçan kuşlara sulak olmuştur. Kuşlar suya kanarak, ölen kızın ruhuna Cennet nağmesini ötermiş. 

Bey’in güzel kızı kuşlara yem vermek için gittiği mezar taşının başında genç çobanı bulur. Gencin yüzü kederli ve asil, kıvırcık saçlarıysa rüzgara karşı coşardı.  

Kız genç adama kim olduğunu sorunca. Delikanlı:

– Gördüğün gibi, – bir çobanım. Nereli olduğumu bilmem ama. – der. – Fakat aklımda hep başka, güzel bir ülke vardır. Yüksek sütunlu, ibadethaneleri olan bir yer. Orada mıydım, değil miydim, bilemiyorum.

Kız da güler. Çünkü o da hayal gibi bir şehri hatırlıyordu. Çok küçükken onu sütunları, ibadethaneleri ve güzel türbeleri olan bir şehirden buralara getirmişlerdi. 

İkisi sohbet ederken kederin yerine neşe geldiğini farkederler. Bey kızı ile fakir bir çoban arasındaki uçurum yok olmuş, kalpleri bir çırpıyormuş.

O günden beri Bey kızı genç çoban aşkıyla yaşar, çobansa ne tanrılar ne de insanlar arasında ondan daha mutlu başka birinin olmadığına emindi. 

Buluştukları mezar taşı onlara mihrap, çığ taneleri dağa yükseltirdi,  kuşların ötüşü aşk türküsünün marşıydı.

Günün birinde gençelin buluştuğu haberini Bey’e ulaştırırlar. Çok kızan Bey genç çobanı tutuklayarak Kız Kulesi’nin altında bulunan zindana kapatılmasını emreder. 

Kederden kahrolan kıza esirin hayhırışları ancak bir kaç gün sonra ulaşır. Kız herşeyi anlar. Bir halat yardımıyla gece zindana inerek sevgilisini kurtarır.

Kendinde değildi genç çoban prensesin saray odasının zemininde yatarken. Odaya giren Bey kızgınlıkla elini kaldırır, ama hemen de indirir. Yatan gencin göğsünde bulunan işareti tek Bey bilirdi. 

Bir şimşek çakar gibi aklına birden iki şehrin arasındaki savaş anısı gelir. Ailesinin esir düşmesi ve oğlunun esaretten kurtulamamasının getirdiği bitmez acısı. 

Bey’in yüzünü ölüm rengi kaplar. Vücudunu bir dehşet sarar. Bir kaç zaman sonra kendine gelebilen Bey hekimi çağırtıp, ölen genci iyileştrmesini rica eder.

– Kızımın iyi niyetine gölge düşürmemek için sana rica ediyorum ki, bu genci kurtar. – der.

Genç çoban tedavi edilir.

Milet’e bir gemi kalkacaktı o günleri.

Sağlığına kavuşan genci çağırtarak Bey ona, resmi bir kağıdı ulaştırması için yola hazırlanmasını emreder:

– Bir yıl sonra gemi buraya dönecektir. – der kızına Bey. – Sevgilin sana sadık kalırsa, seren üstünde akbayrağı görürsün. Bense mutluluğunuza mani olmam. Fakat akbayrağı göremezsen hüzünlenmemelisin. Demek ki gönlünü bir alçağa teslim etmemiş olursun. O zaman hiç şühpesiz razılığını ulu Diofant’a vereceksin. 

Yola koyulan geminin kaptanına gizli bir talimat verilir ki, yarım yıl sonra gemi bu rıhtıma dönecek, genç çobansa kesinlikle Milet’te bırakılacak, geminin, bir sonraki dönüşüne kadar. 

Birbirinin ardından uzun bitmez günlerin sırası yavaş yavaş ilerliyordu. 

Bey kendi kızını tamamen serbest bırakmış, ama en sıkıcı ve en hüzünlü serbestlik böyle bir şey olsa gerek. 

Kendini Kız Kulesi’nin içine hapseden genç kız arada bir yalnız sevgilisiyle tanıştığı mezara inerdi. 

Yaz geçti, üzüm bağını bozma mevsimi gelmişti. Yaprakların dökülme zamanı geldi çattı.

Sis Tanrısı ülkeyi sık sık ziyarete gelir, genç kızın karşısına aksakallı bir dede olarak çıkardı. Dedenin sakalı şatoyu sararak denizin uzak ufkunda, ay gümüşlüğünde suya batar giderdi. Uzak ufukları sis kapladığında kızın bakışları derin bir hüzne gömülürdü.

 Günün birinde doğan güneşin aydınlığı sisi dağ kayalarına kovduğu zaman Soğdaylılar yelkenini artık indiren o gemiyi rıhtımda görürler.

Bey’in kızı da gemiyi farkeder, ama beklediği işareti göremez. 

Yüzünün rengi kaçmış olan genç kız kendi hizmetçileri karşısına inanılmaz güzel ve mağrur edayla çıkıp kendisi için en güzel elbiseyi, en iyi hırkayı ve muhteşem tacını getirmelerini emreder. Taci opal ve safir taşlıydı. Beykızını giydirdikleri zaman nedimeleri kızın solan güzelliğine yanıyorlardı.

– Şimdi Diofant’ı çağırabilirsiniz. – dedi kız.

Mitridat’ın sadık serdarı olan ulu Diofant kule merdivenlerinden acele çıkarak güzelin ayaklarına sarıldı.

– Diofant, bir Yunan kızının ne denli aşk olduğunu hiç duymuş muydun? – diye sorar ona kız. - Gidip, hukümdarına bunu artık kendin anlatabilirsin.

Hukümdarın güzel kızı teras korkuluklarına yaklaşarak kendini uçuruma atar.